13 Temmuz 2013 Cumartesi

Farklı Kültürler Üzerinden Tarihi Çevrede Mimari Kimlik Okumaları ve Bozcaada Örneği’ ya da ‘Bir Adaya Dokunmak'

(Hem adalı hem Ada sevdalısı olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Tarihi Anabilim Dalı Yrd. Doç. Dr. Gevher Gökçe Acar ve Yrd. Doç. Dr. Elvan Gökçe Erkmen’in hazırlayıp sundukları bu bildiriyi Adaposta’da yayınlanmak üzere bizimle paylaştıkları için kendilerine çok teşekkür ederiz. Özenle hazırlanmış bu çalışmanın orjinalinde olduğu gibi tüm görsellerle birlikte yayınlayabilmeyi çok isterdik ancak hem kendilerinden hem okuyucularımızdan özür dileyerek bu sunumdaki görselleri yer sıkıntımızdan dolayı çıkartmak zorunda kaldığımızı bildiriyoruz.)
Altan Gürman, Vasil Evstratiyu, Sevim Kınalı, Carla Ersin, Neşet Günal, İlhan Aral, Foti Çikna, Halil Yakar ve diğer bütün kaybettiklerimizin aziz hatıralarına…

Burada insan yalnızdır.
Sonsuzluğa uzanır gölge, bu yalnızlıkta.
Beni arıyorsanız eğer,
Yavaş ve yumuşak gelin ki,
yalnızlığımın ince çinisi
çatlamasın.
Sohrab Sepehri
Dalgaların gürültüsü duyulurdu o zaman solumuzda
Çamlar sağımızda
ağustosböcekleri
Yalnız geldik
Adamlarımızı tepenin arkasındaki bağlarda bıraktık
Deniz kuşları vardı burada biz geldiğimizde…
Ama hatırlıyorum
Orada kum vardı taşların olduğu yerde ve denize uzanan adalar
Kim bilir belki de bir başka ülkedeydi bütün bunlar
Robinson Jeffers
Dönüş’ten

Artık sessizlik bile senin değil
değirmentaşlarının dönmez olduğu bu yerde.
Yorgo Seferis
Mikene’den

Bozcaada, zaman ve mekân dışı, insana geçici olduğunu hatırlatan ve ona bunu yenebilme hırsı veren “yer”, rüzgâra rağmen sisin içinde sonsuzluğa doğru gerçekle gerçekdışının sınırında uzanır. Estetik yaşantı bir mekânı “yer”e dönüştüren niteliklerin ve yaşamsal dinamiklerin varlığıyla başlar ve tüm duyusal ve zihinsel mekanizmaların fizikî ortam ile olan ilişkisini açıklar (Aydınlı,2004). Norberg Schulz’a göre “yer”, apriori var olan bir kimliğe sahiptir ve özellikle güçlü bir kimliğe sahip yerlerin “deja-vu” deneyimleri oluşturmalarının nedeni de budur (Führ,2008). Adanın tabiatının değişken yüzü de mitos çağrışımları ve soyutlama olanaklarıyla, toplumsal hafızada saklı kalmış çeşitli çağrışımları harekete geçirerek bu etkiyi destekler. Bildiride konumunun özelliği nedeniyle öncelikle zaman-mekân ilişkisi açısından farklı bir öneme sahip olan ada kavramı ele alınacak. Bozcaada’yı seçmemizin özel nedeniyse adaya yerleşen ilk yabancılar olarak onun 1969’dan günümüze değin verdiği kimlik mücadelesinin tanığı ve tarafı oluşumuz.

İnsan deneyimi varlıkların niteliklerine duygusal bir anlam yükler. Su kara gerilimi insanda farklı bilinç anlarında farklı dürtüler uyandırır. Modern düşünce ve sanat anlayışında, en az bilimsel kesinlik kadar duyu, duygu ve gözlemlerimizle tanıdığımız algı dünyası da son derece önemli artık. M. Ponty’ye göre insan nesnelerden ayrı saf bir zekâ, nesne de insanca özellikten yoksun saf bir obje değil yalnızca, aralarında tanımlanması güç bir ilişki de söz konusu. Bachelard’ın ateş, su ve toprak dizisine göre, maddenin özü gözlemlenebilir özelliklerinden çok, insan için ifade ettikleridir. Estetiğinin gücünü kavramsal semboliğinden alan ada kavramı da bu bağlamda, mitoloji ve dinde olduğu gibi, toplumsal bellekteki çağrışımıyla geleneksel ve modern sanatın çeşitli alanlarında metafor oluşturmakta.
Ada sembolizmi öncelikle bir “merkez” fikrinde odaklanır. Canlıların yaşam kaynağı su burada aşılması gereken bir engel, karaları ayıran değişken alandır. Bu açıdan yaklaşıldığında stabil, statik ve emniyetli olan ada aynı zamanda sükûnet, kurtuluş ve huzur vaad ederken, Platon’un öğretileriyle şekillenen en saf varlıkların ulaştığı “hazinedarlar adası”nı, Stoacı düşünürlerin erişmek istedikleri erdem adasını çağrıştırır. Deniz yolculuğuysa özellikle kimi Doğu tradisyonlarında maddi tutkulardan arınmayı simgelerken, tutkular denizini aşana “narayana” adı verilir.
İlkçağ insanının özlediği mutluluk adası, Ortaçağ’da insanlığın cennet ülküsüyle birleşerek, dinsel bir kavrama dönüşür; bu dünyanın gerçeğinden ayrılışları ölümün bu dünyadaki karşıtlığıyla ilgilidir ve cennet adalarının hepsi ölümün gölgesini taşır (Göktürk,1973). Yeni keşiflerle birlikte ada kavramı yeniden dünyevî bir niteliğe bürünecektir. Dışarıya kapalı bir ada Platon’dan beri toplumsal ütopyalar için en uygun yer olarak kabul edilir(Göktürk,1973). Yeniçağ’ın başındaki toplumsal kültürel gelişmeler ortamında, Rönesans’ın akılcı yapısının etkisinde gelişen ütopya insan mutluluğunun yeryüzünde gerçekleşmesi için bir çabadır. More’un ideal toplum kavramında manastırın dışa kapalılığı adayla özdeşleştirilerek laikleştirilmiştir (Göktürk,1973).
More, Campanella ve Bacon’un özlemini duydukları örnek toplum için düşledikleri adalar Odysseus, Maeldun, Sinbad ve St.Brendan’da sembolik anlamını ve estetik yaşantısını tehlike faktöründen alan, tekin olmayan korku ve gizem dolu adalara, Robinson Crusoe ve Gulliver’in serüvenlerinde ise sıkıntıların, ilginç çatışmaların yaşandığı ıssız adalara dönüşür (Göktürk,1973).

Dünya üzerinde insanoğlunun denizin üzerinde olduğu kadar savunmasız hissettiği sayılı yer vardır. Ada insanı için de deniz umut ve tehlikeye açık, uğurlu uğursuz pek çok serüvenin geçtiği ıssız ve gizemli, dev bir su yüzeyidir. Su-kara karşıtlığı bu noktada uyarıcı bir gerilime sahiptir. Adanın zor ulaşılırlığı, denizle ilişkisi onu sanatın pek çok dalında sembolleştirir; hoyrat denizin ortasındaki yalnız direnci bile başlı başına bir semboldür. Kıyı söz konusu olduğunda su ve kara gerilimi kıyının tabiat şartlarıyla direkt ilişkilidir. Kıyının bu özelliği ve kıyıyı oluşturan doğal eleman, tasarımın suyla ilişkisinden kaynaklanan görselliği etkiler.
Ada üzerinde yaşayan, oradan ayrılan ve oraya ayak basan insanın konumuna göre sabit, hareketsiz, bekleyen, geride kalan özellikleriyle kişiden kişiye değişen özel simgeler sunar. Özellikle günlerce kapalı yaşadıkları fırtınalı günlerde bazıları için bir sığınak, bazıları içinse tam bir inziva mekanı haline gelmiştir. Hergün tekrarlanan zorunlu işler adeta zamanı durdurur, tekinsiz bir denizin ortasında zaman dalgalanır ve zamansız bir ortam doğar ada insanı için.

Çalışmanın bundan sonraki bölümünde kültür için bu kadar derin anlamı olan bir kavrama dokunmanın hassasiyeti ve Bozcaada gerçeği üzerinde durulacak. Herkesin kendi hayalindeki ada kavramından farklı beklentileri olması doğal, ancak her şeyden önce bu beklentinin adanın özüyle örtüşmesi gerekmekte. Bu noktada aidiyet duygusu, toplumsal bellek, adaya özgü kültürel gelenek gibi faktörler önem kazanıyor. Burada anlatılacak olan, adanın görülmek istenen yüzü ya da ona biçilen rol değil, onun gerçek öyküsü. Öncelikle ada ne takvim sayfalarındaki yumuşak başlı tatil beldesi, ne de değiştirilmeye, ehlileştirilmeye, düzeltilmeye ihtiyacı ve tahammülü olan bir toprak parçası.

Mekânlar toplumsal ilişkilerin hem sahnesi, hem de sonucudur; bireylerden güç alır. Bireyler ya da mekânlar, eşlerden biri değiştiği zaman, toplumsal bellekteki aidiyet duygusunun da zarar görmesi ve insan-mekân-sembol ilişkisinin deforme olması da kaçınılmaz hale gelir. Bozcaada’nın kültürel kimliği iki farklı topluma ait geleneğin sentezinden oluşur. Bu kültürel geleneğin izlerini sürmeye başlamadan önce, bir kere daha vurgulamakta yarar gördüğümüz nokta, burada adanın herkesçe bilinen coğrafi konumu ve tarihteki önemine bir kez daha değinilmeyeceği. Ama kaçınılmaz olarak üzerinde durmamız gereken bir konu, adaya kimliğini kazandırmış kültürler arasındaki ilişki ve dengenin toplumsal ve siyasal olaylara bağlı olarak değişimi.
Bozcaada Çanakkale Boğazı’nın çıkışında karaya 10 km uzaklıkta kuvvetli akıntı ve sert rüzgâra açık bir konumda. Dışarıdan ayrılmışlığı, zor ulaşılabilir olması ve stratejik konumu adayı uzun süre sosyal yabancılaşmaya karşı korumuş. Uzun yıllar adaya ulaşım efsaneleşmiş Yakar Kaptan ve adı onun kadar ünlenmemiş de olsa diğer kaptanlar tarafından ilkel ve tehlikeli koşullarda, Odunluk İskelesi üzerinden sağlanmış. İki toplumun büyük bir uyum içinde yaşadığı yıllarda ada halkı geçimini şarapçılık, bağcılık, balıkçılık ve bugün önemini yitirmiş olan süngercilikle sağlamakta. Bu huzur dolu ortam 1950’li yıllarda Kıbrıs olaylarının başlamasına kadar sürer. O yıl ilk ayrılıklar başlar. 6-7 Eylül olayları adalının vicdanına gölge düşürür. 1963’te tırmanan Kıbrıs olayları ve 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı adadaki güven ortamını yaralar, denizin kaynaştırdığı halkları yönetimler ayırır. Anılarını boşalan kasaba mahallelerinde bırakıp tanımadıkları, ait olmadıkları topraklara gitmek zorunda kalanların yerini karşı kıyı köylerinden gelenler alır. Terk edilmiş bağlar ortasında boş damlar harabeleşir, sahiplerinin isimleri unutulur. “Sonuçta gidenler tarihlerini ocak yıkıntılarının altında, unutulan kovuklarda saklı bırakarak gitti; gelenler tanıdıkları, bildikleri bir tarih bulamadı” (Çiçekoğlu,1992 ). Denize ve rüzgâra alışmaları uzun zaman aldı.
1980’li yıllarda adaya gelen Kenan Evren’in iki çıkartma gemisi sağlaması adaya ulaşımı kolaylaştırarak sınırları gevşetir ve adaya akın başlar.1995’te çıkartma gemilerinin yerini alışılmış araba vapurlarının alması, 1999’da anakaradan içme suyu getiren şebekenin işlevsellik kazanması ve aynı yıl adadaki en büyük yatırım olan rüzgar santralının kurulması adada yaşamayı oldukça kolaylaştıracaktır. Ada halkı turisti tanır, turizmi öğrenir, isimler değişir, tabelalar asılır, kapılar kilitlenmeye başlar, duvarlar yükselir, beton direkler, dikenli tellerle tanışır ada. Dışarıdan gelenler adada ideallerini yaratmaya çalışırlar. Bu adanın doğasına ve mimarlığına da yansır.
Adadaki farklı kültürlerin özümsenmesiyle sentezlenen geleneği yansıtan yapılaşma, merkezdeki birbirine bitişik, ancak sokak dokusuyla daha ilk bakışta birbirinden ayrılan iki mahallede izlenebilmekte; tarihi sürekliliğini koruyan Rum ve Türk mahalleleri. Kaleye komşu Rum mahallesi dik açılı sokaklarıyla deniz ve rüzgâra açılan mekânsal bir örgü sergilerken, Türk mahallesi tabiat ta dahil bütün etkilere karşı daha kapalı, korunaklı, yer yer küçük meydanlar ve çıkmazlarda sonuçlanan irrasyonel bir sokak sistemi içinde çözülmüş. Türk mimarlığına özgü, ait oldukları kişinin ekonomik ve siyasal durumunu yansıtan herhangi bir kişisel kimlik taşımayan konutların oluşturduğu kollektif dizi Türk Mahallesi’ne homojen bir kimlik kazandırırken, Rum Mahallesi bu anlamda daha heterojen bir yapı göstermekte.

Genellikle Rum nüfusa ait olan Cumhuriyet Mahallesi’nde bulunan taş-kâgir binaların çoğu, geniş, gösterişli merdivenlerle doğrudan sokağa açılırken, Türk nüfusun ikâmet ettiği Alaybey Mahallesi’nde daha çok alt katları taş, kerpiç ya da tuğla, üst katları ise ahşap cumbalı olarak biçimlenen evler avlularla sokağa bağlanan içe kapalı bir mimari gösterir. Kültürler arası farklılık Rum mahallesinde dışa açık bir hayatın izlerini taşıyan sade iç mekânlar, buna karşılık cephe süslemeleri, geniş pencere açıklıkları, çift kanatlı kapılar ve üst kat balkonları ile kendini gösterirken, Türk mahallesinde yapıların daha fazla önem atfedilen iç mekânları daha dekoratif bir anlayışla ele alınmış, sokakla ilişki ise çok daha küçük ve gösterişsiz pencere ve kapı açıklıklarıyla sağlanmıştır. Her iki mahallede de konutlarda ön bahçeye rastlanmazken, binalar yan bahçeler ve arka kısımlardaki avlularla doğaya açılır. Bununla birlikte mahallelere göre bina karakterindeki farklılaşmanın kimi zaman çok net değişiklikler göstermediği ve daha çok zaman içinde karşılıklı etkileşime uğramış, karışmış bir mimariye işaret ettiği de burada vurgulanması gereken bir nokta.

Ancak ne yazık ki bugün ada merkezi işlevini çoktan kaybetmiş, yok olmaya yüz tutmuş değirmenleri, bakımsızlıktan çökmüş, adanın kedilerine yuva olmuş ya da el ve işlev değiştirerek özgün karakterini çoktan kaybetmiş binaları, büyük şehirlerin parke taşlarına özenmiş bir zamanların Arnavut kaldırımı sokakları, korunabilmiş olan otantik dokunun bile hissedilmesini engelleyen dev elektrik direkleriyle insanın içini acıtmakta. Daha çok adı bâki kalmış Rum mahallesinde yapılacak bir gece yürüyüşü çoğunlukla İstanbullu’larca yazlık olarak kullanılan, boş, karanlık evleriyle adanın gündüz kısmen de olsa saklayabildiği yarasını açığa vuruyor. Bu noktada vurgulanması gereken bir husus da “Cumhuriyet” Mahallesi adını alan bu bölgedeki ulusal kimlik göndermeleri taşıyan cadde ve sokak isimleri; Atatürk Caddesi, 20 Eylül Caddesi, İstiklâl Sokak, Sakarya Geçidi Sokak, Alsancak Sokak, Zafer Sokak, Hakimiyet-i Milliye Geçidi gibi.

Yine merkezde karşılaşılan bir diğer görüntü kirliliğini de ilk örnekleri 1950’lere kadar uzanan askerî ve sivil lojmanlar ve Hükümet Konağı gibi kamu yapıları oluşturmakta. Toplu Konut İdaresi tarafından açılan ihaleyle Emlâk Bankası’nın gerçekleştirdiği ve satın alabilmek için en az 3 yıl adada ikâmet etmek koşulu getirilmiş olan toplu konutlarda ise bugün oturanların sadece % 40’ı adalı.

Merkezdeki tarihi dokunun dışında, doğada yer alan ve çatılı ya da çatısız olmalarına göre dam veya kule adı verilen bağ evleri de adaya özgü kırsal geleneği yansıtan önemli örnekler. Geçimini bağcılığa dayandıran ada insanı, bakımı emek isteyen ve bütün bir yıla yayılan bağların aralarına işlevselliği ön plâna çıkan, alçakgönüllü fakat özgün mimari diliyle dikkat çeken bağ evleri inşa etmiş. Genel kurgu olarak iki katlı bir bölüm ve bunun yanındaki daha alçak ahır oluşumuyla kendini gösteren bu yapı birimi yer yer küçük tepelere yerleştirilmiş, ancak bugün ne yazık ki kaybolmaya yüz tutmuş olan bağ kiliseleriyle birlikte adanın kırsal peyzajını süslüyor. Daha çok taştan inşa edilen ve toprakla örtülen düz çatılı damlar ve bunun yanısıra kimi zaman da sıva-beyaz badana ve kırma çatılı olarak karşımıza çıkan bağ evleri, daima tekrarlanan iki parçalı düzenleriyle ada kırsalında sonradan yapılan birçok yapının da örnek aldığı bir düzenin çıkış noktasını oluşturuyor.

Adanın, tabiat tarafından belirlenmiş spontane bir üsluba sahip tasarım dilini, neredeyse kendiliğinden oluşmuş alçakgönüllü formlarla ortaya koymak kültürel geleneğin estetiğinin soyut ilkelerini tanıyan yerel ustalar için zor olmasa da, dışarıdan gelenler için durum farklıdır. Adanın ilk “yazlık”ları 1970’e tarihlenir. Sulubahçe mevkiinde İstanbul Güzel Sanatlar Akademi’sinden öğretim üyelerine ait bu konutlar Mimar Gündüz Gökçe tarafından tasarlanmıştır. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde her aşamasına tanık olduğumuz bu uygulamadan başlayarak son 40 yılda tasarlanmış örneklerden oluşan bir sınıflandırma sunulacak.

Denizle yol arasındaki dar ve eğimli bir arazide inşa edilen 7 Evler denize yakın konumdaki bağ korunarak, arkada yeralan daha yüksek ve çıplak kısma yerleştirilmiş. Kullanım alanını geniş tutabilmek adına bitişik nizam tercih edilerek, ana mekânda yaratılan kırıklıkla batı güneşine kapanmış, buna karşılık deniz manzarasına açılmış. Yalnızca yaz aylarında kullanılacağı bilinciyle asgarî kapalı, azamî açık alan oluşturmak burada projenin çıkış noktasını oluşturmakta. Bu noktadan hareketle, bunun dışındaki yaşama, yeme gibi işlevlere hizmet eden ortak mekân, kapalı birimleri bağlayan açık bir avlu biçiminde tasarlanmış.

İlk neslin bu ilk örneğini bir de Mine İnceoğlu’nun kaleminden okuyalım: “Bu evler, kendilerinden sonraki yapılar için biçimsel veya yerleşme özellikleri açısından olmasa da, çevreye ve adadaki mimarî geleneğe gösterdikleri duyarlı ve saygılı yaklaşımla örnek oluşturmuşlar. Seçilen malzeme ve detaylar, yapım tekniği ve sonuçta ortaya çıkan mimarî dil adadaki gelenek ile yoğun bir ilişki içerisindeyken, yerleşme düzeninde Ada’da görülenlerden farklı bir yaklaşım gözleniyor. Bu evlerde rastladığımız, gruplaşmış ve aralarında kontrol edilen iç avlular bırakan bir yerleşme düzeni ada için tipik olmadığından, yeni bir yorumdan söz edebiliriz. Bu tür bir organik yerleşme adaya yabancıysa da, başarılı dış mekân biçimlenmesi kendini kabul ettirip, yeni bir düzenin ilk temsilcisi oluyor. Öte yandan, bu evler doğa ile ilişkileri ve peyzaj açılarından adanın genel imajını başarılı bir şekilde sürdürüyorlar”(İnceoğlu,1993).
İnceoğlu burada tasarımcı ve aynı zamanda kullanıcının, Ada’nın bir anlamda sanayi öncesi koşullarını sürdüren inşa aşamasında malzemeyi seçen, hatta şahsen temin eden, taşıyan ve tamamen yerel ustaların çalıştığı yapım sürecine emeğiyle de katılan kişi olduğuna dikkati çekerek, bu ilk örnekleri “içinde yer aldıkları kültürün mimarlık geleneğinin içinde oluşmuş olmaları ve aynı zamanda bu geleneği değiştirip günümüze uyarlamaları” açısından övgüye değer bulmakta ve burada “benzemek için benzemek gibi bir kaygı “ bulunmadığına işaret ederek, bu örneklerin gelenekselcilik ya da yöreselcilik gibi kalıpların içine sokulmasının mümkün olmadığını vurgulamakta (İnceoğlu,1993).

Mimarının da ihtiyaçların minimal tutulduğunu vurguladığı bu evlerin çıkış noktasını gerçekten de saygı ve tevazu belirlemiştir. Burada adanın öğrettikleri ve sundukları ona yapılan müdahaleyi telafi etmek için kullanılmıştır. Gökçe sonradan gelenlerin çoğunun bu tavrı benimsemediklerini ve doğaya karşı korkak davrandıklarını belirtmekte ve aralarında kendi konutunun da bulunduğu taşevlerin, uzaktan seçebilenlerce kimi zaman harabe zannedilmesinden memnunluk duyduğunu eklemekte, çünkü mimara göre harabeler mimarî ve doğanın birbiriyle en yalın ve dolaysız ilişki kurduğu mekânlar.

İlk nesil mimarîsinin ikinci örneğini oluşturan 1972 tarihli Poyrazlimanı Evleri de peyzajla ilişkisi ve mimarî duruşuyla 7 Evler’le benzerlik göstermekte. Yine Akademili ressamlar Fethi Kayaalp ve Neşet Günal tarafından tasarlanan ve proje kontrol mimarlığını Gündüz Gökçe’nin üstlendiği bu evler ilk örnekten dikaçılı oluşuyla uzaklaşırken, tam da bu özelliğiyle rasyonel plân ve ara mekânlar gösteren ada kırsal geleneğine yaklaşıyor.
Adaya gelen ikinci nesli bu ilk neslin yakın çevresi oluşturmakta. Gökçe tarafından aynı konseptle tasarlanmış 22 Evler ve tek kullanıcı için tasarlanmışlığıyla öncekilerden ayrılan Mine-Necati İnceoğlu Evi ikinci kuşak mimarlığın yine çevreye ve ada mimarisine duyarlı örneklerinden. İnceoğlu Evi adadaki birkaç yapı tipinin özelliklerini birleştirerek süreklilik sağlarken, ada mimarlığına yaptığı sembolik göndermelerle ilk örneklerden ayrılmakta.
Kısaca değindiğimiz bu yapılarda karşılaştığımız mimarî duruşa İnceoğlu’nun getirdiği yorum burada tekrar kendisinden alıntılanmaya değer: “Bilinçli bir seçim yaparak, ortaya çıkan üründe kendi egosunu değil, yapıtın içinde bulunduğu bütünselliği ve belki de “mimarlığın özünü” vurgulayacak kadar cesur mimarlara rastlamak gerçekten kolay değil” (İnceoğlu,1993).

1. ve 2. derece doğal ve kentsel sit alanı olarak tescillenmiş olmakla birlikte , ada bugün turizme açılmış bütün sit alanlarıyla aynı kaderi paylaşıyor ve yeni imar alanlarının açılma baskısıyla karşı karşıya. Arsa spekülasyonu için gelenler gerek tavır gerekse mimari olarak pek de samimi, duyarlı ve saygılı olmayan uygulamalara yöneliyorlar. Giderek turizmin ucuz tüketimine açık hale getirilmesi de adanın çehresini hızla değiştiriyor.
Bunun yanısıra yeni yapıların içinde bazı dış sembollere bağlı kalarak, adanın geleneksel kırsal kesim mimarisini kule, dam gibi tipolojilerle sürdürmeye çalışan bazı başarılı örnekler var. Bunlar mevcut ada mirasına saygılı bir duruşa işaret etmekte. Bir başka kesim ise sadece kendi sayfiye ideallerini gerçekleştirmeye çalışıyor. En iyi niyetli ve masum görüneninden en rüküş, “kitsch” ine kadar bu uygulamalar adayı sembol ve kimlik açısından kendisine yabancılaştırmakta. Bu kesimin görgü noksanlığı “adalıyı oynadığı” üzüm salkımlı kapı parmaklıkları, kuğu heykelleriyle süslü kapıları, yıkıntı taklidi bahçe duvarlarıyla açığa vuruluyor. Ve ne yazık ki bunlar kendi özlemlerine uygun peyzaj modelleriyle geldikleri için ve ona ait bitkiler de ada koşullarına uyum sağlayamadığından tabiat da bu tasarımları kamufle edememekte. Bunun dışında, iyi niyetli de olsa, asmanın yerine begonvili, kekiğin yerine çimeni, iğdenin yerine söğüdü koyarak adayı ehlileştirmeye soyunan, daha yumuşak bir ifadeyle florayı çeşitlendirdiğini düşünen zihniyet de mutlaka sorgulanmalı.

Ada belleğine ait olmayan bu gelişmeler Anıtlar Kurulu’nun sorumluluğu içinde mi pek belli değil. Nitekim son yönetmelikler de mimari tasarımı taban alanı ve sınırları belirlenmiş birer prizmaya indirgemekte. Avlulu, mekânsal çözülmeler ve mafsallanmalarla doğayla bütünleşen mekân kurgusuna ve teras çatıya, ada geleneğine uymadığı gerekçesiyle, artık izin verilmiyor. Bu tutum ada kırsalındaki dam, ahır, samanlık gibi birimlerden oluşan mirası gözardı ederek sadece merkezdeki geleneği esas almakta. Böylece merkezin dokusuna ve topografyasına göre oluşmuş, genellikle bitişik nizam, korunaklı ada konutu bütün ilişkilerinden koparılarak, soyutlanmış ve kişiliksizleştirilmiş bir birim olarak kıra taşınmakta.

Merkez içindeki müdahalelerse özellikle Türk Mahallesi’nin spontane oluşumuna daha da çok zarar veriyor. Burada evlerin yanyana gelişlerindeki ve yüksekliklerindeki titizlikle üzerinde durulmuş karşılıklı anlayış ilkesi yeni binalarda göz ardı edilmiş. Böylece karşılıklı cumbaların farklı katlardaki diyalektik hareketiyle sınırları belirlenmiş, çokluk içinde birlik gösteren irrasyonel sokak dokusu büyük ölçüde zarar görmüş. Burada anıtlar kurulu adeta kendi yetkisini belediyeye devretmiş gibi. Bu noktada, kurumların bilinçsiz ve sorumsuzca davrandıkları durumlarda bir “yer”i korumak adına kişiye düşen görev ve sorumluluk üstüne eklemek istediğimiz bir örnek, bir dönemin kaymakamı tarafından adanın merkezindeki tek ağaçlık alana yapılması uygun görülen dükkânlar. Gökçe’nin bir başka yer önerisi ve ücretsiz olarak proje yapma teklifiyle kaymakamı ikna edebilmiş olması ada çamlığının bugüne dek korunabilmesini sağlamış (Lay, 2006). Bu örnek bize yanlışları kabullenmeyerek, ısrarla ve yılmadan gösterilecek bireysel çabanın kimi zaman ne kadar büyük bir farklılık yaratabileceğini kanıtlıyor.
Adaya duyduğumuz saygı onun karşı durduğu güçlükler kadar tanıklığından kaynaklanan yaşam gücünden de beslenir. Endüstri Devrimi’yle değişen serüven kavramı henüz içinde romantik yaklaşımları barındırırken, yirminci yüzyılla birlikte insanın mekânla kurduğu duygusal bağ yerini akılcı bir gerçekliğe bırakır. Çağımızın bireyi toplum yaşamındaki teknik gelişmelerin hızından, hızlı ulaşım, geniş medya olanakları, seri tüketimi teşvik eden seri üretim ve aynı hızla değişen değerler sisteminin yarattığı eylem düşünce çatışmasından deforme olmuş ilişkiler kurmakta bugün. Yitirmiş olduğu değerlerin yarattığı boşluğu hızlı tüketim imkânının beslediği teselliyle doldurmaya çalışmakta.
Dünyanın değişen yüzüyle birlikte kavramlar ve semboller de başka kavramlara dönüşmekte ya da içi boşaltılarak tüketilmekte. Öyle ki sembolün yaşatılması veya en azından korunması bir yana, hafızadaki sembol dahi zarar görmekte. Mimarî mekânla kurulan algısal ilişki, zamana bağlı olarak bellekte yaşanmışlıkları çağrıştıran bir imaja dönüşürken, mekânın kimliğini belirler. Önemli olan insanların aidiyet duygularına saygılı, belleği olan mekânlar üretebilmektir. Adada sınırların bu denli net olması her türlü dengeyi daha da hassaslaştırır ve müdahalelerde titizlik gerektirir.Yapılan bir hatanın bedeli ada söz konusu olduğunda anakaradakinden daha ağır olacaktır. Şu anda Bozcaada‘da hummalı bir seçim çalışması var; kim kazanırsa kazansın kaybeden ada olacak gibi…
Kaynaklar:
Aydınlı S.,2004, Estetik: Öznel Bir Beğeni Mi, Yoksa Nesne/Çevresel Değerler Temsili Mi?, Etik-Estetik,YEM Yayınevi, İstanbul.
Çiçekoğlu, F.,1992, Suyun Öte Yanı, Can Yayınları, İstanbul.
Führ, E., 2008, Mimarlığın Mevcudiyeti, Zaman-Mekân,YEM Yayınevi, s.40-54,İstanbul.
Göktürk, A., 1973, Ada, İngiliz Yazınında Ada Kavramı, Adam Yayıncılık, İstanbul.
İnceoğlu, A., 1993, Bozcaada’da Sürdürülen Kırsal Mimarî Geleneği, Yapı Dergisi, YEM Yayınevi,S.144, s.37-48,İstanbul.
Yaylalı, 2001, H., Bozcaada Mimarisi Üzerine,(Röpörtaj), Country Homes Özel Ek, S.9, s.9-11, İstanbul.
Lay, L., 2006, Ada & İnsanları, Prof.Gündüz Gökçe ile Bir Söyleşi, Adaposta, Aylık Süreli Yerel Yayın, Yıl 3 S.26-27, s.16, Bozcaada.

kaynak : http://www.adaposta.com/?p=1286

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder